FETHİYE LİONS KULÜBÜ DERNEĞİ



FETHİYE LIONS CLUB



Hizmet Ediyoruz - We Serve

Hizmet Ediyoruz - We Serve

12 Temmuz 2010 Pazartesi

ATATÜRK VE Dil Devrimi



Uluslararası Lions Dernekleri 118-R Yönetim Çevresi Federasyonu

Atatürk Platformu Başkanlığı tarafından sunulmuştur:


Dil, en önemli “iletişim aracı”dır. İnsan, duygularını, düşüncelerini, deneyimlerini ve edindiği bilgiyi, dil aracılığıyla başka insanlara ve topluma aktarır. Bu önemli iletişim aracı, değişik nedenlerle, türlü olumsuz etkiler altında kaldığında; örneğin dil, çağdaş yaşama koşut olarak geliştirilemediğinde ya da başka dillerin etkisi altında, kendi doğal özelliğini yitirmeye başladığında; toplum, bu önemli iletişim aracından yeterince yararlanamaz. Dil, iletişim aracı olma özelliğinin yanında, aynı zamanda bireye ve topluma, kendine özgü kişilik veren en önemli etkendir. Kişilikleri tamamlayan özellikler, dile ve dilin dayandığı kültüre bağlı olarak biçimlenir. Dolayısıyla, dillerini yitirmiş toplumların, kendi ulusal özelliklerini sürdürmesini beklemek de olanaksızdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, kültürün tanımı içinde en baş sırada yer alan dilin, ulusal bir erek olduğunun farkındaydı. O’nun toplum yaşantısına gözlerini açtığı yıllarda Türkçe, kendi tarihinin en karanlık günlerinden birini yaşıyordu. Türkçe’ye, Arapça ve Farsça gibi Doğu, aynı oranda olmamakla birlikte, Batı dillerinden giren sözcükler, Türkçe’yi kendi doğal yapısının bütünüyle dışına itmişti. Türkçe, adına Osmanlıca denilen yapay bir dilin etkisinde her geçen gün ulusal benliğini yitiriyor, kendi ata yurdunda ilgilenilmeyen, hor görülen, küçümsenen bir konuma itilmiş bulunuyordu. Türkler, bu yapay dilin etkisiyle, pozitif bilimlerin bütünüyle dışında kalmış; okuma yazma oranları yüzde beşlerin üzerine çıkamamıştı. Okullaşma oranları son derece düşüktü. Matbaanın gelmesinden sonra da basılan kitap sayıları son derece altlarda kalmıştı.

1908 Genç Türk Devrimi, yani II. Meşrutiyet Hareketi’yle başlayan yeni kültür atılımı, Türkçe’ye derin bir nefes aldırdı. Aydınlar, kendi ulusal kimliklerini merak edip araştırmalara yöneldikçe, Türkçe’nin köklerini, anlam ve sözcük zenginliğini anlamaya çalışıyorlar; örneğin Şemsettin Sami gibi ünlü entelektüeller, bu dilin bir sözlüğünü yazma denemesinde bile bulunuyorlardı. Atatürk, daha öğrencilik yıllarında, bu canlanan, dirilen, boy atan kültür ortamının da etkisiyle, ana kucağında masallarla, ninnilerle tanık olduğu güzel Türkçe’nin gıdasını, artık gittikçe artan bir pınarın suyundan doya doya alıyordu. O’nun dünyasında artık Türkçe, ulusal bir dava haline gelmiş; Türkler’in var olabilmek ve varlıklarını sürdürebilmek için O, Türkçe’ye sahip çıkmalarını, onu geliştirmelerini görmüştü. Askerî lise öğrencisiyken, Selanik’te yayımlanmakta olan “Çocuklara Rehber” adlı derginin, son derece sade bir dille yayımladığı Türkçe metinlerin ve şiirlerin etkisinde kalmıştı. O, bu derginin sürekli okuyucuları arasındaydı. Atatürk’ün dile, güzel konuşmaya ve edebiyata yönelik ilgisi, bu yıllarda oluşmaya başlamıştı. Bir askerî öğrenci olan Ömer Naci’nin edebiyata olan düşkünlüğünden etkilenmiş; o da, Ömer Naci’nin etkisinde güzel konuşma ve yazma hevesine kapılmıştı. Bu ilgi, II. Meşrutiyet döneminde daha da arttı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, ünlü Türk yazarlarının edebî yapıtlarını okuyor; bunların arasında öz Türkçe’ye özen gösterilerek yazılanlara ayrı bir ilgi duyuyordu. 10 Aralık 1916’da, anı defterine şunları yazmıştı: “Yemekten önce, Mehmet Emin Bey’in (Yurdakul) şiirleriyle, Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste’sinden aynı tür parçalar okuyarak, karşılaştırma yapmak istedim. İkisi de başka başka güzel. Ancak, Türkçe olanda da diğerinde de aynı ölçüde Arapça, Farsça sözcükler var. Fark, biri parmak hesabında, diğeri değil...”

Atatürk bu satırları karalarken, Osmanlı ülkesinde okullarda öğrencilere pozitif bilimler, bir üçgenin iç açıları demek olan “Müselles-i Mütesaviyul Adla” gibi deyimlerle öğretiliyor; Türkçe ile dünyaya gözlerini açtıktan bu yana hep iç içe oldukları Türkçe yerine, Arapça ve Farsça dillerinin etkisinde, körpecik beyinlerini köreltip duruyorlardı. Osmanlı ülkesinde geri kalmanın en önemli nedenlerinden biri, bu olumsuz durumdu.

Atatürk, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın başlamasıyla, Türkçeleşme hareketinin de başladığını düşünüyordu. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Celal Nuri, Tunalı Hilmi ve Besim Atalay Bey gibi Türkçe’ye önem veren kişilerle, ulusal kültürün bu en önemli boyutu üzerine kafa yoruyordu. 1923 yılında Türkçe Kanunu çıkarılarak, önemli bir adım atılmıştı. .

7 Şubat 1923‘de, Balıkesir Paşa Camii’nde minbere çıkıp, Türkçe hutbe okumuştu. Arkasından sorulan bir soruyu da şöyle yanıtlamıştı:

“Hutbeden amaç, halkın aydınlatılması ve doğru yolun gösterilmesidir, başka bir şey değildir. Yüz, iki yüz, dahası bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve aymazlık içinde bırakmak demektir. Hutbeyi okuyanın, ne olursa olsun, halkın kullandığı dili kullanması gerekir... Minberlerde yankılanacak sözlerin, bilinmesi ve anlaşılması ve teknik ve bilimsel gerçeklere uygun olması gerekir. Hatiplerin, siyasal, toplumsal ve uygarlığa ilişkin durumları, her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmezse, halka yanlış düşünceler aşılanması yoluna gidilir. Bundan ötürü hutbeler, tümüyle, Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır”.

Atatürk, bu düşüncelerini eyleme dönüştürmek için de yoğun bir çaba içine girmişti. Hutbelerin Türkçeleştirilmesinden sonra Atatürk, Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi sorunu üzerine eğilmişti. 1925 Kasımında, Ankara Anafartalar’daki Gazi Kız Numune Mektebi’ne (Atatürk Ortaokulu’na) dikkatle okunması dileğiyle Türkçe bir Kur’an armağan etmişti. Bu konuda kimi duraksamaların olduğunu görünce de kutsal kitabın yeni bir çevirisinin yapılmasını emretti. İbadet dilinin Türkçeleştirilmesi yolundaki bu girişimleri, 1930’lu yıllarda, camilerde Türkçe Kur’an ve Türkçe Ezan okunmasıyla amacına ulaştı.

Bu arada Türkiye, büyük bir değişim yaşıyor; siyasal, kültürel, toplumsal ve ekonomik içerikli devrimler ardı ardına gerçekleştiriliyordu. Atatürk, 1930 yılında Ortaokul öğrencilerine okutulması için Medenî Bilgiler adlı kitabını yazdı. Afet İnan tarafından yayımlanan bu kitapta, Atatürk, dilin önemini şöyle açıklamıştı: “Türk ulusunun dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk ulusu için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk ulusunun geçirdiği bunca tehlikeli durumlarda, ahlâkının, geleneklerinin, anılarının, çıkarlarının, özetle, bugün kendi ulusallığını yapan her şeyin dili aracılığıyla korunduğunu görüyor. Türk dili Türk ulusunun kalbidir, belleğidir”.

Ancak Atatürk, bununla da yetinmiyordu. Kendi ülkesini sömürgecilerin elinden kurtarmasını bilen Türk Ulusu’nun, dilini de emperyalist etkilerden kurtarmayı başaracağını dile getiriyordu.

Bu nedenle O, dil çalışmalarını yürütecek bir dernek kurulması gerektiği düşüncesine ulaşmıştı. Türkler’in çok eski ve köklü kültürlerinin, dil çalışmalarıyla daha da yükseleceğine; Türkçe’nin güzel anlatımıyla, Türk edebiyatçılarının yapacakları şiir, roman ve öykü gibi çalışmalarla Türkçe’nin daha da gelişeceğine ve besleneceğine inanıyordu. Bu nedenle 15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adıyla bir dernek kuruldu. Bu dernek, düzenlediği kurultaylarla, dil çalışmalarıyla ve halkı bilgilendirme etkinlikleriyle, hızla gelişti. Türk dilinin bir sözlüğü bile yoktu. Zaman zaman Türkçe sözlük yazma denemelerinde bulunulmuştu. Ancak bu denemeler, büyük ölçüde başarılı olamamış ya da istenilen düzeye getirilebilmiş değildi. Bireysel çabalarla ancak bir yere kadar gidilebiliyordu. Atatürk, Türk Dili’nin doğru kaynaklarından araştırılmasına büyük önem veriyordu. En büyük özlemlerinden biri, Türkçe’nin bir bilim dili haline gelmesiydi. Türk Dili, dünyanın en zengin, en köklü dillerinden birisiydi. Ancak işlenmemiş, kuralları ortaya konulmamış, başka diller üzerindeki etkisi, sorunları incelenmemişti. Türkçe, Türk Ulusu’nun benliği demekti. Binlerce yıllık geçmişin izlerini, zenginliklerini üzerinde taşıyordu. Doğru dürüst bir gramer kitabının, bir sözlüğünün olmayışı bile büyük bir üzüntüydü. Bir kültür devriminin derinden, Anadolu’nun dört yanına yayılarak gerçekleştirilmesi için uğraşılıyordu. Halkevleri bunun en önemli aracı olarak görülüyordu. Ankara’da, Türk Tarih Kurumu’nun kardeşi olarak, özerk bir yapıda kurulan Türk Dil Kurumu’nun önündeki en büyük iş, Türkçe bir sözlüğün oluşturulmasıydı.

Özverili ve cumhuriyet değerleriyle özgüveni yüksek, halka kaynaşmayı ilke edinmiş Türk öğretmenleri, bu yeni sözlük yazma çabasında, Cumhuriyet Aydınlanması’nın en görkemli işlerinden birini yaptılar. Halka koştular, bu yüce varlığın ortak belleğine ve kültür dağarcığına başvurdular. Tek tek, Anadolu’nun her bir yanına, yaşlı tarihin elleriyle serpiştirdiği sözcükleri, onun ortak belleğinden derleyip, Halkevleri aracılığıyla Türk Dil Kurumu’na ulaştırdılar. Öğretmenler, Anadolu yaylalarına, köylerine, kasabalarına ve en ıssız köşelerine dağılan ve balını arayan arılar gibiydiler. Tek tek yöneldikleri çiçeklerden, Türkçe’nin tarihin bağrından süzülüp gelen ya da halkın ortak dağarcığının en özgün örneklerini yarattığı sözcüklerini, topladılar. Topladıkları her sözcük, onlar için, o çiçeklerden ayrı ayrı tat aktaran usareler gibiydi. Ankara’da, Kurum’da oluşturulan bir kurul, gelen sözcükleri tek tek gözden geçirdi. Ciltler halinde Derleme Sözlükleri oluşturuldu. Değişik ağızlardan, lehçelerden oluşan, kimi zaman tekrarlanan, kimi zaman yeniden gözden geçirmeyi ve doğrulamayı gerektiren sözcükler, bu sözlüklerde yer alıyordu. Ancak, aralarında çok sayıda tekrarlanan sözcükler de vardı; bunların kimileri, lehçe farklılıklarıyla, Derleme Sözlüklerinde yer almıştı. Bu kez Derleme Sözlükleri, sözcük sözcük gözden geçirildi; tekrarlanan sözcükler ayıklandı; bir sistemli akışa oturtuldu. Böylelikle altı ciltlik Tarama Sözlükleri oluşturuldu. Bu kez, bu sözlük de yeniden güncellendi ve kapsamlı bir Türkçe Sözlük oluşturuldu. Burada durulmadı; kitap yayınları ve okuma yazma oranları hızla arttı. Kısa sürede, Osmanlı Devleti’nin onca zamandır yaptıklarının düzeyi aşıldı. Türkler, Türkçe’nin aydınlatıcı gücünün etkisiyle, kendi aydınlanma hareketlerinin birer parçası haline gelmişlerdi.

Arılar, kovanlarından boşalmış, coşkuyla Anadolu yüzeyine dağılmış, sabırla sözcükleri birer usare gibi getirip, ondan büyük bir lezzet ve tat yaratmıştı. Cumhuriyetin her bir aydını ve öğretmeni, karanlıkları aydınlatan birer Promethe’ydi…

Aydınlık bir kaynaktan alınıyor, onların ellerinden Anadolu yüzeyine serpiliyordu.

Bu aydınlığın kaynağı Atatürk’tü...


------

KAYNAK: Doç.Dr. Kemal ARI tarafından hazırlanmıştır.